Home >> Haberler >> Türkiye >> TKP/ML Davası’nda Can Dündar Tanık Olarak Gösterildi

TKP/ML Davası’nda Can Dündar Tanık Olarak Gösterildi

Münih |15.10.2018|  Münih Komünistler Davası olarak bilinen TKP/ML davasında bilirkişi olarak dinlenen Prof. Dr. Neumann, Türkiye’de adalet sisteminin gerilemeden artık bahsedilemeyeceğini, Türk adalet sisteminin rafa kaldırıldığını belirtti. Neumann, Türk polisi ve yargı makamlarınca ele geçen dosya, ifade veya tutanakların delil olarak kullanılmaması gerektiği belirtiyor.

TKP/ML davası gözlem raporlarının yayınlandığı www.tkpml-prozess-129b.de internet sitesinden aktarıldığına göre, Almanya’da siyasi misafir statüsünde bulunan Can Dündar’ın Türkiye’de ki adalet sisteminin yakın tanığı ve mağduru olduğu dile getirerek tanık olarak dinlenmesi için mahkemece davet edilmesi talebinde bulunuldu.

Sitenin aktardığı gözlem raporunu olduğu gibi yayınlıyoruz.

Prof. Dr. Neumann mahkemede dinlenirken Türkiye’de yargının ve polis teşkilatına bağlı terörle mücadele birimlerinin hukuk devleti ilkesi uyarınca çalışıp çalışmadıkları sorusuna vermiş olduğu cevaba dair müdafilerin verdikleri beyandır

“Prof. Neumann’ın açıklamalarına göre, bugün hukuk devletinin tehlikede olduğundan söz etmek olanların üstünü örtmek demektir. Söylenmesi gereken hukuk devletinin ortadan kalktığıdır.”

– 7 St 1/16 –

bilirkişi Prof. Dr. Neumann mahkemede dinlenirken Türkiye’de yargının ve polis teşkilatına bağlı terörle mücadele birimlerinin hukuk devleti ilkesi uyarınca çalışıp çalışmadıkları sorusuna vermiş olduğu cevaba dair Ceza Muhakemesi Kanunu’nun 257’inci maddesi 2’inci fıkrası uyarınca verdiğimiz beyandır:

Bilirkişi Prof. Neumann bilirkişi raporunu sunarken yaptığı açıklamalar arasında aşağıdakiler de bulunmaktadır:

Yargı mekanizmasına dair genel açıklamalar

Prof. Neumann’a göre Türkiye’de yargı bağımsız değildir ve bazı şekli düzenlemelere rağmen yargıya müdahale etmenin eskiden olduğu gibi bugün de çeşitli yolları vardır. Bu durum diğer unsurların yanı sıra yargı mensuplarının kendilerini algılayış biçimiyle de bağlantılıdır ve bir kamuoyu araştırma enstitüsü tarafından yapılan bir araştırmanın sonuçları yargı mensuplarının kendilerini hukuk devleti ilkelerine bağlı olmaktan çok devletin çıkarlarını korumakla yükümlü gördüklerini göstermiştir; hakim ve savcılar devlet çıkarlarının genel hukuk ilkeleri veya somut normların üstünde yer aldığı görüşünü savunmaktadırlar. Bu kamuoyu araştırması geçmiş yıllarda, muhtemelen 2007 ile 2009 yılları arasında yapılmıştır ve bu öz algının önemli sonucu ise hakim ve savcıların devletin çıkarına olduklarını düşündükleri fiilleri bir talimat olmaksızın da itaatkar bir şekilde yerine getirmeleridir.

Bir bütün olarak bakıldığında, Türkiye’de devletten söz edildiğinde kastedilenin hukuken yönetilen kurumlar bütünü değil de devlette güç sahibi olanlar olduğu görülmektedir. Türkiye’de 1999 ile 2005 yılları arasında yürütülen siyasi davaların hukuk devleti ilkelerine uygunluğuyla ilgili olarak Helmut Oberdiek tarafından hazırlanmış kapsamlı bir rapor mevcuttur. Bu raporda varılan sonuç vahimdir. Raporun ana söylemi istihbarat örgütleri ve mahkemeler arasında organik bir işbirliğinin bulunduğudur. Mahkemeler İçişleri Bakanlığının organları ne derse onu yapmaktadırlar. Bu açıdan Türk yargısının siyasi davalarda bağımsız olduğu iddiası bilirkişiye göre geçerli olamaz.

Bilirkişi, bunların hem Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen darbe girişimi öncesi hem de sonrası için geçerli olduğunu belirtmiştir.

AKP’nin devletin dönüştürülmesine dair planlarını darbe girişimi öncesinde yapıp darbe girişimi sonrasında hayata geçirdiği yönünde güçlü verilerin olduğu; darbe girişiminden yalnızca birkaç gün sonra işten atılan veya gözaltına alınan binlerce memurun, savcının ve ordu mensubunun adlarının olduğu listelerin mevcut olduğunu anlatmıştır. Bilirkişinin ifadesine göre binlerce hatta on bin hakimin işten atılması kararı alınmış, Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu darbe girişiminden önce yani henüz Kasım 2015’te 5 bin dava açmıştır.

Hiçbir dönem aralıksız ve düzenli bir şekilde işleyen bir hukuk devleti mevcut olmamıştır. Yalnızca hukuk devleti niteliklerinin daha fazla bulunduğu dönemler olmuştur. Bu düzelmeler AKP’nin Avrupa’ya yakınlaşmaya çalıştığı 2000’li yıllarda meydana gelmiştir. Erdoğan, 2011 seçimlerinin ardından Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegrasyonundan uzaklaşması yönünde bir siyasi yönelim değişikliğine gitmiştir. Böylelikle belli düzelmelerin görüldüğü dönem de kapanmış. Bu durum kendisini özellikle 2012/2013 yıllarında göstermiştir.

Prof. Neumann’ın açıklamalarına göre, bugün hukuk devletinin tehlikede olduğundan söz etmek olanların üstünü örtmek demektir. Söylenmesi gereken hukuk devletinin ortadan kalktığıdır. Hükümetin adli davalara ve süreçlere müdahalesi o kadar geniş kapsamlı ve yoğun olarak gerçekleşmektedir ki bugünkü koşullar altında Türkiye’de yargının de facto bağımsızlığından söz etmek hiçbir şekilde mümkün değildir. Darbe girişimi sonrası koşullar ve Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın özel konumu ve gücü öylesine genişlemiştir ki asıl olarak hukuk devletinin yok oluşundan söz etmek gerekir.

Polis teşkilatına bağlı terörle mücadelede daire başkanlıkları ve şubelerine dair açıklamalar

Prof. Neumann’ın ifadesine göre siyasi davalarda görülen keyfi tutum terörle mücadele birimlerinin yapısı tarafından desteklenip güçlendirilmektedir.

Güvenlik güçleri ise sermaye sahipleri ve politikacılarla kontrolsüz bir işbirliği içindedirler.

Bilirkişi Prof. Neumann, terörle mücadeleyle görevli güvenlik güçlerinin yapısının 1980’lerde şekillenmiş olduğunu, dolayısıyla bunun askeri darbe dönemi sonrasında olağanüstü hal ve sıkıyönetimin hakim olduğu bir geçiş dönemine denk gelmiş olduğunu belirtmiştir. O dönem güvenlik güçleri yeniden örgütlenmiştir. 1986 yılından bu yana bu özel birimler Terörle Mücadele Şubeleri olarak adlandırılmaktadırlar. Ankara Emniyet Müdürlüğü’nde Terörle Mücadele Daire Başkanlığı ve onun altında da illerin Terörle Mücadele Şubeleri mevcutmuş. Bunların yanı sıra 1992 ya da 1993 yılında bir başka birim Terörle Mücadele Daire Başkanlığı’ndan ayrılmış ve Özel Harekat Daire Başkanlığı adı altında kurulmuştur ki bunun örgütlenmesi yine merkezi şekilde olmuş yani hem Emniyet Genel Müdürlüğü bünyesinde hem de tek tek illerin emniyet müdürlüklerinde örgütlenmiştir. Bu iki daire başkanlığı çoğu zaman birlikte çalışmıştır. Bunların yanı sıra bir de istihbarat alanında çalışan ve Emniyet Genel Müdürlüğü’ne bağlı İstihbarat Daire Başkanlığı vardır.

Polis teşkilatı ve güvenlik güçleri Prof. Neumann’a göre her daim siyasi kadrolaşmanın hedefi olmuştur. 2000’li yılların başına kadar polis teşkilatı asıl olarak milliyetçi MHP taraftarlarınca şekillendirilmiştir. Daha sonraları ise polis teşkilatı, kilit noktaları tutan Gülen Hareketi’nin eline geçmiştir.

2000’li yılların Türk polis teşkilatı yapısını anlamak için Gülen Hareketi çok merkezi bir önem taşımaktadır.

Sahte delil üretmeyle ilgili bilgilere dair açıklamalar

Türkiye’de görülen siyasi davalarla ilgili sahte delil üretilip üretilmediğine dair soruya yanıt olarak Prof. Neumann aşağıda yer alan bilgileri vermiştir:

Temelde AKP hükümetine karşı komplo kurma suçlamasıyla yüzlerce sanığa karşı yürütülen ve hem Ergenekonolarak adlandırılan hem de Balyoz olarak adlandırılan davalarda kesin bir şekilde sahte deliller üretilmiştir. Daha sonraları bu sahtecilik Gülencilerin bir komplosu olarak gösterilmiştir. Bu durum Tayyip Erdoğan’ın hükümet döneminin başında ve ortalarında polis güçlerinin Gülencilerin hakimiyeti altında olmasıyla açıklanmıştır.

Hem Ergenekon hem Balyoz davaları olağanüstü ve tipik olmayan davalardır. Bu davalar çok sanıklı devlet güvenlik ve vatana ihanet davalarıdır. İki davada da kanıtlanmış olduğu üzere sahte delil üretilmiş olması istisnai bir durumdur. Fakat delillerde sahtecilik daha çok anekdot niteliğinde kanıtlara sahiptir ve değerlendirilmesi bir bütün olarak zordur. Onun dışında deliller, işkence ile elde edilen deliller örneğinde olduğu gibi daha ziyade karartılır veya yasadışı yollarla elde edilir. Bu manipülasyonun her iki şeklini de yargı mekanizmasının her alanında görmek mümkündür. Tabii ki uydurma deliller de mevcuttur.

Yukarda bahsi geçen her iki davada da dijital delillerin, yani CD üzerinde yer alan verilerin geçerliliği söz konusudur. Bu verilerin iddia edildiği kadar eski olmaları mümkün değildir çünkü kullanılan yazı tipi bu sözde deliller meydana geldikten yıllar sonra Windows tarafından tasarlanmış olan bir yazı tipidir.

Bu iki davada ortak olan diğer bir konu da polis ve Milli İstihbarat Teşkilatı mensuplarının bu türden delillerin nasıl üretildiği ve kullanıldıklarına dair verdikleri ifadeler olmuştur.

Her iki büyük davanın asıl hedefi ordu olmuştur. Davalar özel savcılar tarafından yürütülmüş ve davalara açık bir şekilde siyasi müdahale gerçekleşmiştir. Mahkemeler de bunun bir parçası olarak görev görmüşlerdir. Verilen bu mahkeme kararlarının iptal edilmesi açık bir şekilde hükümetin yargıya istediği gibi müdahale edebildiğini göstermiştir.

Yurt Atayünve Ömer Köse gibi yüksek rütbeli polis memurlarıErgenekon ve Balyoz davalarının polis mimarları olarak görülmektedirler.

Yurt Atayün üç suç nedeniyle mahkum olmuştur: Terör örgütüne üye olmak, belgede sahtecilik ve iftirada bulunmak.

Ömer Köse ise yalnızca FETÖ terör örgütüne üye olmak ve belgede sahtecilikten mahkum olmuştur.

Sonuç olarak FETÖ davalarında mütemadiyen sanıkların geçmişte belgede sahtecilik yaptıklarına dair suçlamalarda bulunulmaktadır.

Emniyet Müdürü Hanefı Avcı’ya karşı açılan davada da, davayla ve yeniden yargılanmayla ilgili olarak delilerde sahtecilik söz konusudur.

Eski İstanbul Emniyet Müdürü Serdar Bayraktutan olayında da diğer şeylerin yanı sıra resmi belgede sahtecilik ve DHKP/C üyeleri gibi başkaları için yasadışı belge üretme konusunda çok sayıda haber mevcuttur. Bayraktutan bu sahte veya yasadışı olarak üretilen belgeler yardımıyla DHKP/C üyelerine Recep Tayyip Erdoğan’ı öldürtüp aynı DHKP/C üyelerini bizzat ortadan kaldırmak için gerekli koşullara sahip olmaya çalışmıştır.

Prof. Neumann’ın açıklamalarına göre özellikle toplu davalarda müdafiler adli tıp ile ilgili sorular olduğunda uluslararası yardım talep eder ve Türkiye dışında bilirkişi görevlendirirler. Ancak burada mesele bu türden bilirkişilerin mahkeme tarafından da kabul edilip edilmemeleridir. 17 Aralık 2013 tarihinde yaşanan olaylardan sonra –Erdoğan’ın çocuklarına paraları saklamaları için açıkça talimat verdiği telefon görüşmelerinin ortaya çıkmasının ardından- bir dava dahi açılmamıştır. Erdoğan bu görüşmelerin montaj olduğunu ve asla gerçekleşmemiş olduklarını öne sürmüştür. Bunun üzerine soruşturma makamları tarafından uluslararası yazılım ve konuşma tanıma şirketlerinin bilirkişi raporlarını talep etme gereği dahi duyulmamıştır.

KCK davaları adı altında yürütülen davalarda yüzlerce şüpheli bulunmuştur. Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın bu davalardaki şüpheli sayısını 2892 olarak bildirmesi inandırıcıdır. Bu davanın bir süre hakimlerinden olan Mehmet Ekinci hakkında sahte delil üretme suçlamasıyla soruşturma yürütülmesi hakkında bilirkişi, bu olay hakkında bilgisi olmadığını ancak hem sahte delil üretmenin hem de haksız yere sahte delil üretme suçlaması yapmanın mümkün olduğunu artık hepimizin bildiğini söylemiştir.

Bilirkişi Prof. Neumann ayrıca sunulan delillerin dayandırıldığı olguların da her zaman doğru olmadıklarını belirtmiştir. Örneğin sosyolog Pınar Selek olayında ona yapılmış olan bombalama suçlaması sahte deliller üzere kurulan bir suçlamadır. Orada söz konusu olan bomba, gerçek bir bomba değildir. Bilirkişiye göre aslında bir bombanın varlığını tespit etmek mümkündür. Çünkü bomba yoruma bağlı bir delil değildir. Bu durum yıllarca sürmüş olan davada ispatlanabilmiştir de. Bu davayı özel yapan ve Avrupa’da iyi bilinmesini sağlayan ise sanığın Avrupa’da tanınan biri olmasıymış. Bayan Selek, elit sınıfa dahil olan itibar sahibi İstanbullu bir ailenin üyesidir. Bayan Selek, Türk devletiyle çok sıkı bağları olan kesimlerle iç içe olan bir ailenin üyesi olmasından dolayı basın aracılığıyla bir kamuoyu yaratabilmiştir. Buna rağmen hala hakkında kovuşturma yürütülmektedir.

Bilirkişi Türkiye’de doğal olarak çok sayıda siyasi dava yürütüldüğünü anlatmıştır. Ancak sahte delil üretildiğinin ortaya çıkması bağlamında Ergenekon ve Balyoz gibi benzeri bir toplu dava örneğinin olmadığını da belirtmiştir. Ahmet Şık’a Türk polis teşkilatının Gülen Hareketi tarafından ele geçirilmesini konu alan kitabından dolayı açılan davada (Gülen Hareketi hala AKP’nin bir parçasıyken), Ahmet Şık’ın bu delilleri nereden elde ettiği merkezi dava konusu olmuştur. Savcılığın davada önemli deliller sunmamış olması ise konu edilmemiştir.

Bilirkişi Prof. Dr. Neumann’ın, yargı mekanizması ve terörle mücadele biriminin yürütülen bu dava açısından önemine dair açıklamaları

Bilirkişi Prof. Dr. Neumann’ın Türk hükümetinin yargı mekanizmasına belirleyici siyasi müdahalelerde bulunmasına, siyasi davalarda gözlemlenen keyfilik ve somut olan sahte delil üretildiğine dair kanıtlara yönelik açıklamaları, yürütülen bu dava bakımından özel bir öneme sahiptirler.

Sadece mahkeme başkanının 26.01.2018 tarihli talimatı (tutanak eki 97.3) siyasi davalarla ilgili polis veya savcılık tarafından hazırlanmış toplam dokuz belge içermektedir.

4 Ocak 2016 ve 31 Mart 2016 tarihli iddianamelerde yer alan örgütün hedefine uluşmak için işlediği suçlara dair esaslı bilgiler Türk soruşturma dosyalarından ya da Alman-Türk adli yardımlaşması çerçevesindeki başka bir yöntem aracılığıyla Türk makamları tarafından Alman makamlarına teslim edilmiştir.

Bilirkişi Prof. Dr. Neumann’ın raporunu sunmasıyla ortaya çıkan bilgiler bu belgelerin gerçek olduklarına dair herhangi bir güvence vermemektedirler. Aksine Türk devletinin devrimci sola karşı aşırı acımasız ve keyfi uygulamalarına dair var olan bilgiler ışığında bu davadaki delillerin sahte olduğundan ve/veya lehteki delillerin saklandığından ya da delillerin hukuka aykırı soruşturma ve sorgulama yöntemleriyle meydana geldiklerinden yola çıkmak gerekmektedir.

Bilirkişinin açıklamaları toplamda Türkiye’deki soruşturma makamları ve mahkemelerinin iktidarı koruma ve onun siyasi karşıtlarına baskı uygulama araçları olduklarını ve hiçbir şekilde hukuk devleti standartlarına uymadıklarını açık bir şekilde gözler önüne sermiştir.

Mahkeme başkanının 26.01.2018 tarihli talimatına karşı imzacılar 29.01.2018 tarihli yazılarıyla duruşmada okunan

21.07.2015 tarihli (Dosya I Cilt 2.2.5 (= N 10) Sf. 287) Hozat Başsavcılığı’nın tutanağı
17 Temmuz 2015 (Dosya I Cilt 2.2.5 (= N 10) Sf. 285) tarihli Hozat İlçesi Jandarma Komutanlığı’nın tutanağı

adlı belgelerin delil değerlendirilmesine itiraz etmiş ve bu belgelerin delil değeri konusunda açıklamalarda bulunmuşlardır (bkz. tutanak eki 98.11). Bu yazıda özellikle Türkiye’de yürütülen siyasi davalarda yaşanan sahte delil üretme sorununa yönelik somut işaretlere dikkat çekilmiştir.

Bilhassa Hozat Başsavcılığı’nın 21 Temmuz 2015 tarihli tutanağının Savcı Tuncay Demir tarafından imzalanmış olduğu ve bu savcının isminin 16 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleşen darbe girişiminin akabinde tutuklanan Türk hakim ve savcıların listesinde bulunduğuna dair delil ikamesi dilekçesi verilmiştir.

Dolayısıyla bu beyan aynı zaman 29.01.2018 tarihli itiraz yazısına dair ilave bir gerekçelendirme olarak kabul edilmelidir.

Türkiye’de siyasi ceza davalarında sahte delil üretildiğine dair var olan bilgilerle bağlantılı olarak ayrıca

Sayın Can Dündar’ın tanık olarak çağrılması ve ifadesinin alınması talep edilmektedir.

Tanığın çağrı adresi:Correctiv – Verlag und Vertrieb, Huyssenallee 11, 45128 Essen

Adı geçen tanık „Cumhuriyet“ isimli Türk gazetesinin eski genel yayın yönetmenidir. Can Dündar şu an Almanya’da „Özgürüz“ isimli çift dilli bir gazeteciler platformunun genel yayın yönetmenliğini yapmaktadır ve „Correctiv“ adlı araştırma merkeziyle birlikte çalışmaktadır.

Tanık Cumhuriyet gazetesinde gazetecilik yaptığı süre boyunca (2013 tarihinden itibaren) bizzat yaptığı araştırmalar ve genel yayın yönetmeni olarak (2015-2016) sorumluluk gerektiren konumu dolayısıyla Türkiye’de siyasi davalarda sürekli bir şekilde sahte delil üretildiğini açıklayacaktır.

Tanık Can Dündar bu bağlamda, Cumhuriyet gazetesine yargı çevrelerinden siyasi davalar kapsamındaki delillerde sahtecilik yapıldığını ispat eden gerçek belgelerin sıklıkla gönderilmiş olduğunu anlatacaktır.

Adı geçen tanık, eski İstanbul Terörle Mücadele Şubesi Müdürü Yurt Atayün’ün davasıyla ilgili olarak Cumhuriyet gazetesine gönderilen belgelerden bu polis müdürünün ve terörle mücadele şubelerinden yönetici konumundaki diğer polis müdürlerinin Ergenekon davasında sahte delil ve yalan rapor ve polis tutanakları üretmiş olduklarının kesin bir şekilde ortaya çıktığını örneklerle anlatacaktır. Örneğin Ergenekon davasındaki bazı sanıklar ve adı gizli olanlara dair veri taşıyıcılarında bulunan suç isnat eden delillerin emniyet makamları tarafından sonradan sahte bir şekilde üretildiği ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet gazetesi bunun haberini yapmıştır.

Tanık Can Dündar aynı zamanda tecrübelerine ve Türkiye’de gazeteci olarak çalıştığı 1996 ile 2016 yılları arasında edindiği bilgilere dayanarak sahte delil üretimine dair bu gibi özel emarelerin yalnızca Ergenekon ya da Balyoz gibi çok sanıklı ve dikkatle izlenen toplu davalarda bulunmadığını, sahte delil üretme sorununun aynı zamanda küçük ve kamuoyunun gözünden uzakta yürütülen siyasi davalarda da sürekli olarak yaşandığını anlatacaktır.

Tanık Can Dündar emniyet makamları veya soruşturma makamları ve mahkemelerden elde edilen bilgilerin -özellikle de 2012 ile 2015 yılları arasında- doğru, yani gerçeği aktaran bilgiler olarak yayınlamanın yayın ilkelerine (basın meslek ilkeleri) uygun olmadığını söyleyecektir.

Bu nedenle talep edilen delil ikamesi, yürütülen bu davada okunan ve Türkiye’deki siyasi soruşturma davalarından alınmış olan bu belgelerin şüpheli belgeler olduğu göstermeye uygundur.

Kaynak: Munich davasi